1. YAZARLAR

  2. Hafiye

  3. “Adiloş bebe”nin dayısı AHMED ARİF
Hafiye

Hafiye

Yazarın Tüm Yazıları >

“Adiloş bebe”nin dayısı AHMED ARİF

A+A-

Dün Yenikapı mitingin'de Başbakan Binali Yıldırım, Ahmet Arif'in o ünlü şirinden bir bölüm okudu. Tanıyanlar Ahmet Arifi ve eserlerini iyi bilirler. Bir tanımayanlar var. İstedim ki, sizlerle Adidoş bebe şiirinin tamamın paylaşayım, ayrıca Mehmet Mercan'ın kaleminden Ahmet Arif'i tanıtayım... DİYARBEKİR KALESİNDEN NOTLAR VE ADİLOŞ BEBENİN NİNNİSİ 1. Varamaz elim Ayvasına, narına can dayanamazken, Kırar boynumu yürürüm. Kurdun, kuşun bileceği hal değil, Sormayın hiç Laaaaal... Kara ferman çıkadursun yollara, Yarin bahçesi tarumar, Kan eder perçem Olancası bir tutam can, Kadasına, belasına sunduğum, Ben öleydim loooy... Elim boş, Ayağım pusu. Bir ben bileceğim oysa Ne afat sevdim. Bir de ağzı var dili yok Diyarbekir Kalesi... 2. Açar, Kan kırmızı yediverenler Ve kar yağar bir yandan, Savrulur Karacadağ, Savrulur zozan... Bak, bıyığım buz tuttu, Üşüyorum da Zemheri de uzadıkça uzadı, Seni, baharmışın gibi düşünüyorum, Seni, Diyarbekir gibi, Nelere, nelere baskın gelmez ki Seni düşünmenin tadı... 3. Hamravat suyu dondu, Diclede dört parmak buz, Biz kuyudan işliyoruz kaba - kacağa, Çayı kardan demliyoruz. Anam sır gibi saklar siyatiğini, "Yel" der, "Baharın geçer". Bacım, ikicanlı, ağır, Güzel kızdır, bilirsin. İlki bu, bir yandan saklı utanır Ve bir yandan korkar Ölürüm deyi. Bir can daha çoğalacağız bu kış. Bebeğim, neremde saklayım seni? Hoş gelir, Safa gelir, Ahmed ARİF'in yeğeni... 4. Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü... “Adiloş bebe”nin dayısı AHMED ARİF Ahmed Arif, bir büyük ozan. Kahır çekmiş, ceza evlerine girip çıkmış, hücrelerde, tabutluklarda yaşamış, işkence görmüş. İşkenceler sonunda KAN işemiş. .. Ama hiç mi hiç kişiliğinden, ilkelerinden ödün vermemiş bir usta ozan... ………… 1950’li yıllarda ceza evine girmek, işkenceler görmek o kadar kolay (!) ki. Öyle, dağa çıkıp eşkıya olmaya, adam vurmaya, yol kesip gasp yapmaya gerek yoktu. SOLCU damgası yemek yeterliydi. Ya da, bir şiir yazmak, bir yerlerde konuşmak, bir yerlere yazı yazmak . Hatta birilerin size “Bu adam solcudur” demesi de yeterliydi.. . Hatta ve hatta taktığınız KIRMIZI kravat bile birilerinin size bakıp “Hımmmm” demesine yeterdi. Bu nedenle Ahmed Arif’in solcu damgası yemesi de ceza evine girmesi de çok kolay (!) olmuş. ........... Ahmed Arif duygulu bir insandı. Duygulu, yufka yürekli. İşte, başını derde sokan “33 Kurşun” şiiri de böyle, yufka yürekliliğinin eseri... Yıl 1950. Türkiye o günlerde, 7 yıl önce bir PAŞA’nın emriyle işlenmiş bir katliamın TBMM’ye taşınması ile çalkalanır. MUSTAFA MUĞLALI OLAYI, yani “Özalp Hadisesi”yle... İran sınırı üzerinden kaçakçılık yapmakla suçlanan biri kadın 33 köylü, III. Ordu Komutanı General Mustafa Muğlalı’nın emriyle yakalanıp tutuklanırlar. Hepsi de Türk vatandaşlarıdır ve sıradan insanlardır. Ama Paşa bunların “ibreti alem için” cezalandırılmaları nı kafasına koymuştur. Bunlardan 32 erkek, bir gün, bir başka ceza evine nakledilmek bahanesiyle ÖZALP ilçesi yakınındaki bir dereye götürülür ve elleri birbirine bağlı iken kurşuna dizilirler. Tarih; 20 Temmuz 1943’tür... Yine Paşanın emriyle, “kaçarken vuruldular” diye düzmece bir rapor hazırlanır. Olay kapatılır... Aradan yıllar geçer. Devir de, hükümet de değişir. 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimle Demokrat Parti iktidara gelir… Ardından peşpeşe verilen önergelerle DEVRİ SABIK’tan hesaplar sorulur. Bir soru önergesi de ÖZALP KATLİAMI için verilir. Yedi yıl sonra gündeme getirilen bu olay Türkiye’yi sarsar. Davalar açılır ve PAŞA suçlu bulunarak mahkum edilir... Katliamın öyküsü gazetelerde, dergilerde günlerce yayımlanır. Hürriyet Gazetesinde yayımlanan bir röportaj, Ahmed Arif’i çok etkiler. Bu duygularla oturur, “33 Kurşun” şiirini yazar. O, bu şiirine “AĞIT” der. Gerçekten de destansı bir ağıt gibidir bu şiir. İnsanı alır hüzünlü duyguların doruğuna çıkarır. O günlerde şiir henüz hiçbir yerde yayımlanmamıştır, ama elden ele dolaşır. Ve polisin eline de geçer. Ve bir gece alıp götürürler Ahmed Arif’i... Sabaha kadar döverler karakolda. Şiirini kendisine okutmak ister polisler. Ahmet Arif inatçı mı inatçıdır. Okumaz şiirini. Buna daha çok sinirlenir polisler. Kendileri yoruluncaya, Ahmed Arif de bayılıncaya kadar dövmüşler. Sonra da götürüp bir arsaya atmışlar. Ölürse orada ölsün diye... Bir hayır sahibi kadın bulmuş kendisini. Kurtulmuş böylece. Bu olayı, birlikte ÖNCÜ Gazetesi’nde çalışırken hemşerisi İhsan Fikret Biçici’ye şöyle anlatır; “Polisler ısrarla tanıdığım komünistleri soruyor özellikle de Can Yücel’in adını vermemi isterken bir yandan da 33 kurşun şiirimi okumamı istiyorlardı. Her seferinde bu isteklerini reddediyordum. Ben ret ettikçe onlar dövüyordu. Bir gün hayalarımı bir kordonla bağladılar. Kordonu da boynumdan geçirip belime bağladılar. Onlar belime copla vurdukça hayalarımdan kan geliyordu. Ben bayıldıkça da su döküp ayıltıyor, yeniden başlıyorlardı.. .” Bir ara Ahmed Arif’i ünlü işkencehane Sansaryan Han’a alırlar. Burada tanınmış sanatçılar, edebiyatçılar, yazarlar da var. Kimsenin 15 günden fazla tutulmadığı bu işkencehanede Ahmed Arif aylarca kalır. Sonuçta burada hastalanır. Hastaneye kaldırılır... Sansaryan Han günlerini de bir gün Canip Yıldırım’a, O da Cumhuriyet yazarı Mustafa Ekmekçi’ye şöyle anlatır Ahmed Arif: “Benim bulunduğum 9 numarada bir lağım geçiyordu. Üzeri ızgaralı bir lağım. Ne kadar akılsızmışım. Lağım buradan geçtiği halde ben bunu kullanmıyor, tuvalete gidiyordum. Bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlardı. Kuru bir lokma ekmek. Bunu da yiyemiyordum. Sadece su içiyordum. Sakalım göksüme gelmişti. Saçlarım keçe gibiydi. Pis pis kokuyordum da. Bu halimle kendimi o kadar çok merak ediyordum ki. Sonunda kırık bir kibrit çöpü buldum. Onunda nemli duvarları çiziyordum. Kendime bir takvim yapmıştım. Sonunda bu çiziklerden 128 adet oluştu. Nemli duvarlarda kan lekeleri vardı. Sonra, isimler... Bunların çoğu ile sonradan Harbiye ceza evinde tanıştım. Aylarca kaldım bu hücrede. İşkenceler giderek dayanılmaz hal almıştı. Bunalıma girdim. Çıldırmak üzereydim. Damarlarımı keserek intihar etmek istedim. Hastaneye kaldırdılar. Sonuçta 2 yıla mahkum ettiler. 8 ay da gözetim altında bulundurulmak üzere Urfa’ya sürgün... Oysa ben 38 ay kalmıştım ceza evinde. Yani, 3 yıldan fazla... Nihayet 7 Ekim 1954 günü tahliye edildim. Sürgün olarak da Urfa yerine Diyarbakır’a gitmek için başvurdum, kabul edildi. Diyarbakır’da 8 ay boyunca her gün mahallemizdeki Fatihpaşa Karakolu’na gidiyor imza veriyordum.. .” Ahmed Arif’in 33 Kurşun şiiri yıllarca, yetkililer ve de etkililer için bir ÖCÜ oldu adeta. Bu şiiri yüzünden sık sık içeri alınıyordu. Yalnız Ahmed Arif değil, bu şiiri cebinde bulunduranlar, yemeklerde, toplantılarda okuyanlar da içeri alınıyor, türlü işkencelere tabi tutuluyordu. ............ Bu hal 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen askeri darbe günlerine kadar sürdü. O günlerde bile aranan biriydi Ahmed Arif... Askeri darbeden kısa bir süre önce, Ankara Hakimiyet Gazetesinde çalışıyorken bir yazıdan dolayı hüküm giymişti ve polis Ahmed Arif’i arıyordu. O ise Diyarbakır’da saklanıyordu. Askeri darbe olalı bir hafta olmuştu. Kurban bayramına da iki-üç gün var… Bir gün akşama yakın saatlerde polis bizim Fatihpaşa mahallesindeki kapımıza dayandı. Beni alıp İçkale’de bulunan 7. Kolordu binasındaki Sıkıyönetim Askeri Savcılığına götürdüler.. Askeri savcılığın bulunduğu üst kat koridoru hınca-hınç kalabalık. Kimler yok ki. Bir ast subaya iyi hizmet vermemiş bir lokanta garsonundan tutun, Okuryazar olmayan, Türkçe bilmeyen, ama “Kürtçülük ve Komünizm propagandası yapmak suçundan getirilmiş köylülere, askeri personele belirlenmiş fiyattan pahalı malt satmaya kalkışan esnafa kadar, bir sürü insan… Hepimiz koridorda askeri savcının bizi çağırmasını bekliyoruz… Polislerin arasında bekledikçe tedirginliğim artıyor. Zaman öylesine ağır geçiyor ki. Saat 21.oo sıralarında, yazıcılardan biri kapıdan başını uzatıp çağırdı. İçeri girer girmez Savcı yüzbaşı, üzeri daktilo ile yazılmış bir kağıdı uzatıp soruyor. -Bu telgrafı aldın mı? Kağıdı heyecanla okuyorum. Bana hitaben yazılmış bir telgraf metniydi bu. Ama, ben bu telgrafı henüz almamıştım. Şöyleydi: "Sayın Mehmet Mercan Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Ahmet Arif'i bul. Ankara'ya dönsün. Korkacak bir şey yok. Güzel günler yakındır. Selamlar, gözlerinden öperim. MUAMMER YAŞAR" Savcı, sert bir ifade ile yineliyor sorusunu. -Bu telgrafı aldın mı?.." -Hayır" dedim. Uzunca bir "Hıııımmmm" çektikten sonra, sorularını sıraladı: -Kim bu Ahmed Arif. Kim bu Muammer Yaşar. Telgrafta ne demek istiyor. Güzel günlerin yakın olması- ne demek? Ahmed Arif, kaçak mı, aranan biri mi?.." Ahmed Arif'in herkesin bildiği, tanıdığı Diyarbakırlı bir şair ve gazeteci olduğunu, Ankara'da oturduğunu, Muammer Yaşar'ın Tercüman Gazetesi'nin Ankara Temsilcisi olduğunu ve arkadaşlığımızı anlattım. Telgraftaki metnin ne anlama geldiğini de bilmediğimi söyledim. Ve, ekledim: -Efendim ben henüz bu telgrafı almış değilim. Telgrafın metnindeki anlamı bilmiyorum. Ahmed Arif'in aranıp aranmadığını da. Kaldı ki, telgrafın metninin ne anlama geldiğini bana soracağınıza, Ankara’da tanınan bilinen gazeteci, yazar Muammer Yaşar'a sordurabilirsiniz.” Savcı daha bir sinirleniyor bu sözüme. -Bize bir de akıl mı veriyorsun. Elbette soracağız. Peki, sen Cumhuriyet Gazetesinin muhabirisin. Muammer Yaşar ise Tercüman Gazetesinde yazar. Bu telgrafı neden Tercüman'ın buradaki muhabirine değil de sana çekiyor?.." Hoppalaaaa. Muammer Yaşar'la arkadaş olduğumuzu yineliyorum. "Arkadaş olduğumuz için telgrafı bana çekmiş olabilir" diyorum. Savcı yüzbaşı katibe dönüp anlattıklarımı özetleyerek yazdırdı. Bir süre düşündükten sonra da bana döndü. -Neyse, gidebilirsin. Dua et ki iki gün sonra bayram. Yoksa seni içeri atardım. Altı ay çıkamazdın..." Bir tuhaf oluyorum. Başımdan aşağılara kaynar su boşalıyor sandım. Savcının yanından ayrılırken mırıldanıyorum. -Efendim gerçekten telgrafın ne anlama geldiğini bilmiyorum." Savcı, yüzüme dahi bakmadan katibe yeni talimatını veriyor. -Sıradaki dosyayı çıkar..." Ben de merak etmeye başladım. Ertesi gün ve sonraki günler hep bu konuyu düşündüm. Sorup soruşturuyorum ama, Ahmed Arif’i de bir türlü gören, bilen yok Diyarbakır’da… O yıllarda Ankara’da yaşayan arkadaşım Sezai Yılmaz, Diyarbakır’a geldiğinde olayı kendisine anlattım. Ahmed Arif’le Ankara’da sık sık buluştuklarını biliyordum çünkü. Kahkahalarla güldükten sonra olayın Ankara yanını anlattı; -Biliyorsun, Ankara'da güzel bir grubumuz var; Ahmed Arif, Fikret Otyam, Muammer Yaşar, Teoman Karahun ve ben. Sık sık bir araya gelir, yemek yeriz. Sohbetimiz hep edebiyat, şiir üzerine olur. Karşılıklı kendi şiirlerimizi, sevdiklerimizin şiirlerini okuruz. İhtilalin haftasıydı. Yine oturmuşuz bir meyhaneye. Ahmed Arif’siz. Çünkü ihtilal öncesi günlerde, yani Demokrat Parti iktidarının son dönemlerinde, sorumlu müdürü olduğu Hakimiyet gazetesindeki bir yazı yüzünden hüküm giymiş aranıyordu. Hüküm kesilince ceza evine girmemek için ihtilalden iki-üç gün önce Ankara'yı terk etmişti. Diyarbakır'da olduğunu duymuştuk. Masada sohbet koyulaştığı bir sırada. -Şimdi Ahmed Arif aramızda olsaydı- diye hayıflandık. -Kolay- dedik. -Diyarbakır'a Mehmet Mercan'a bir telgraf çekelim. Ahmed Arif'i bulsun Ankara'ya göndersin. Zaten Milli Birlik Komitesi basın affı da çıkardı. Artık çekinecek bir şey de yok- Muammer, kağıt kalem çıkarıp telgrafı yazdı. Sonra garsonu çağırıp postaneye gönderdi." Evet. İşte bizim ünlü telgrafın sırrı ve macerası buydu... ............ ... 21 Nisan 1927 günü Diyarbakır’ın Fatihpaşa Mahallesi, Hençepek semtindeki Yağcı Sokak 7 numaralı evde doğan Ahmed Arif’in babası Kerküklü Arif Hikmet Bey, annesi de Erbil’li Sâre Hanımdır. Örtmeli sokakta Diyarbakır mimarisinin tipik örneklerinden biri olan kesme taş yapılı, avlulu, bahçeli, eyvanlı, yazlık ve kışlık bölümleri olan bu geniş evde yaşayan Ahmed Arif, ailesini şöyle anlatır; “Babam Kürt değildi. Babamın babası kaymakamlık ve mutasarrıflık yapmış. Sonra memurluğu bırakıp ticaretle uğraşmış. Adı, Ahmed Hamdi Bey’di. Onun da babası Mahmut Remzi Paşa. Dedelerim arasında başka paşalar da var. Birinin adı çok tuhaf; Şatır Paşa. Rivayete göre babamın ataları Rumeli’den gelmişler Kerkük’e... Babam askeri Rüştiye’de okurken askere gönderilmiş. Babamın savaştaki rütbesi süvari başçavuşu idi. Sivil hayattaki son görevi de Nahiye Müdürlüğü...” Ahmed Arif’in 6 yaşanı kadar olan çocukluğu Diyarbakır’da geçti. 6 yaşında iken günümüzde Balıkçılarbaşı Postanesi olarak hizmet veren binada bulunan Ana Okulu’na kaydı yapılır. Bu sırada babası Siverek’in Karakeçi bucağına nahiye müdürü olarak atanınca kendisinin kaydı da Siverek İlkokuluna alınır ve ilkokulu burada bitirir. Babasının Karakeçi Bucağı nahiye müdürlüğü ile Harran kaymakam vekilliği görevleri 12 yıl sürer... Bu yıllarda Siverek ve Harran’da yaşayan Ahmet Arif Kürtçeyi, ata binmeyi, öğrenir. Burada bir başka şeyi daha öğrenir Ahmed Arif. Kendi deyimi ile “kavgayı...” Çocukluk döneminde kavgayı öğrenen Ahmed Arif şöyle der “Kavgacıydım ama, ona buna sataşan biri değildim. Bir çocuğu kendimden zayıf diye, ya da gözüme kestirdim diye dövmedim hiç. Hep arkadaşlarım için, okul ya da sınıfım için, mahallem için kavga ettim...” Ahmed Arif İlkokuldan sonra yeniden Diyarbakır’a ninesi Ayşe hanımın yanına döner. Orta Okula burada, Diyarbakır’da başlar. Sonra naklini Urfa’ya yaparlar. Urfa orta okulundan 1942 yılında mezun olunca babası onu Afyon Lisesine yatılı olarak gönderir. Burada liseyi bitirip askere giden Ahmed Arif, 1947 yılında Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümüne kaydını yaptırır. Şiire orta okul yıllarında başlayan Ahmed Arif, üniversite yıllarında dilden dile dolaşan onlarca şiir yazdı. İşte 33 Kurşun şiiri bu yılların ürünüdür... İlk ve tek şiir kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” 1968 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanır. Kısa sürede ve peşpeşe yeni baskılar yapar ve kendi alanında rekor kırar... Ankara’da yaşayan Ahmed Arif, 26 Haziran 1967 günü Aynur Hanımla evlenir. Bu sırada Halkçı Gazetesinde çalışıyordu. Artık düzenli ve mutlu bir hayatı vardır. 13 Aralık 1972 günü oğlu FİLİNTA’nın doğuşu mutluluğunu doruğa çıkarır. 1977 yılında emekli olur. Bu yıllarda göğsünün sol tarafından ağrılar başlar zaman zaman kalbi de sıkışmaktadır. Doktorlara gidip muayene olduğunda her ne kadar “Bir şeyin yok...” deniyorsa da bu dert Ahmed Arif’in peşini bırakmaz. Sonuçta 2 Haziran 1991 Pazar günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Ölümü sanat ve edebiyat çevrelerinde üzüntü yaratan Ahmed Arif’in cenazesi ertesi gün Maltepe Camiinde kılınan namazdan sonra Cebeci mezarlığında toprağa verildi... Cenazesine katılan binlerce hayranı Onun “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” adlı şiirinden bestelenen türküyü söyleyerek ve alkışlar arasında uğurladılar... Haberin var mı taş duvar, Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mı? Görüşmecim yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cıgaram, Dağlarına bahar gelmiş memleketimin. ..

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.